Hac Kutsal Yolculuk. Kartpostallarla Hac Yolu / Hajj the Holy Journey. The Hajj Route Through the Postcards
306 s, renkli ve s/b resimler, sert kapak ciltli, Türkçe-İngilizce çift dilli.
Kime ki Kâbe nasip olsa Hudâ rahmet eder.
Her kişi sevdiğini hanesine davet eder.
Nahifi
Kökeni Hz. İbrahim’e dayanan ve uzun bir tarihî geçmişi olan hac, İslâm dininin üzerine inşa edildiği beş temel esastan biridir. Bu esaslardan şahadet (tanıklık) inançla ilgiliyken, namaz, oruç, zekât ve hac ibadetle ilgilidir. Sağlık ve servet yönünden imkânı olan Müslümanlara ömürde bir defa haccetmek farzdır. Ömürde bir defa yapılması yeterli olmasının yanı sıra haccı günlük hayat içerisinde yapılan diğer ibadetlerden ayıran en büyük özellik, bir yolculukla gerçekleşebiliyor olmasıdır. Sözlük manası “gitmek, büyük bir işe yönelmek” veya “kastetmek, ziyaret etmek” olan hac bir yolculuk/ibadettir. Dünyanın her köşesinden milyonlarca Müslüman, İslâm dininin doğum yeri olan Mekke’de Allah’ın Evi Kâbe’yi ziyaret etmek, belirli bir tarihte diğer hacı adaylarıyla Arafat’ta toplanmak ve o andan itibaren isimlerinin önüne ‘hacı’ unvanını alarak Medine’de Hz. Muhammed (s.a.v.)’in mübarek kabrini ziyaret etmek için her sene yakınlarını, evlerini ve işlerini geride bırakıp yolculuk ederler. Görünüşte bedenî gerçekte ise manevî bir yolculuk olan hac asla sıradan, turistik bir gezi değil, bir ibadettir. Her ibadet gibi kişinin manen arınmasına, nefsen olgunlaşmasına yarar;sadece Yaratan’la olan ilişkisini değil,diğer yaratılanlarla olan ilişkisini de belirler. Kâbe-i Muazzam, diğer adıyla Beytullah (Allah’ın Evi), bir sembol olup esas yolculuk Ev’in Sahibine, yani Allah Teâlâ’yadır.
Geçmişte Rıhle-i Kebir, Sefer-i Saadet gibi isimlerle de adlandırılan hac yolculuğu ilk dönemlerinden 19. yüzyılın sonlarına kadar genellikle kervanlarla yapılmıştır. Bir dinin etrafında toplanmış değişik dilden ve ırktan yaya, at veya deve sırtında hayatlarının en büyük manevî arzusunu gerçekleştirme gayesiyle Mekke’ye doğru ilerleyen on binlerin oluşturduğu bu kervanlar idare, güvenlik ve finansmanlarıyla adeta hareket eden birer şehirdiler. Kervanlar, çıktıkları ülkenin hükümdarı tarafından organize ve finanse edilirlerdi. Haccın Müslümanlar için büyük bir önem arz etmesinden dolayı hem Müslümanlara hizmet ederek sevap kazanma, hem de siyasi otoritelerini sağlamlaştırma gayesiyle İslam hükümdarları ve halifeleri hac yollarına ve kervanlarına özel bir ilgi göstermişlerdir. Yollara su kaynakları ve kaleler kurmuşlar, kervanları urban (çöl Arapları, bedevîler) saldırılarına karşı askerî kuvvetlerle desteklemişlerdir. Her bir kervanın başında, içindeki insanların huzurundan sorumlu, geniş yetkilerle donanmış bir ‘Emîrü’l-Hac’, onun yanında idareden sorumlu personel ve askerî refakat bulunurdu. Görevliler içinde imam, müezzin, kadı, cellât, nalbant, hekim, fırıncı, çadırcılar, meşaleciler, baytarlar, yakacaktan ve sudan sorumlular, taşıma ve yük hayvanlarından sorumlular, kervanın duruş ve kalkışını haber veren müzisyenler ve havai fişekçiler bulunurdu. İstanbul, Şam, Kahire, Bağdat gibi şehirlerden hareket eden ve tarihi önceden kararlaştırılmış büyük hac kervanlarına katılmak için hacılar, aylar öncesinden küçük gruplar halinde memleketlerini terk ederlerdi. Bu büyük kervanlar hedefleri olan Mekke’ye doğru ilerledikçe birleşirler, sayıları artar ama her biri kendi sancağı ve ‘Emîrü’l-Hac’cı altında idare olunurlardı. On binlerce kişinin tarihi sabit bir gün olan Arafat vakfesini kaçırabilme, dolayısıyla da o sene hacı olamama ihtimali olduğundan, planlamada en ufak bir hata olmamasına azamî ihtimam gösterilirdi.
Hava ve yol koşulları, çıkış noktası gibi faktörlere bağlı olarak en az altı ay alan, dağlar, denizler, çöller aşılarak yapılan bu yolculuk, içinde hastalıklar, ölümler, açlık, susuzluk, aşırı sıcak, aşırı soğuk, urban saldırıları gibi birçok tehlike barındırırdı. ‘Geleneksel hac’ olarak adlandırılan bu tarz hac zahmetli, çileli ve önemli bir bölümü yolda geçen bir ibadetti. Hatta bu zorluk bir deyimle eskilerin günlük yaşamlarına bile taşınmıştı. Biri birinden bir şey istediğinde ve o da yapmadığında, istekte bulunan kişi, “Senden ne istedim ki, yerime hac yapmanı mı?” diyerek serzenişte bulunurdu.
19. yüzyılın sonlarına doğru, Batıdaki sanayi devrimiyle ortaya çıkan teknolojik gelişmelerin seyahat araçlarını da etkilemesiyle, demiryolları ve buharlı gemiler yavaş yavaş kervanlara alternatif olmaya başladılar. Süveyş kanalının da açılmasıyla Akdeniz’e kıyısı olan Müslüman ülke hacıları için Mekke daha yakın hale geldi. Orta Asya, Hindistan, İran ve Kafkaslardan gelen Müslümanlar da hem kervanları, hem demiryolunu, hem de denizyolunu kullanarak Mekke’ye daha kısa sürede ulaşır oldular. Kervanlarla 40 gün gibi bir sürede kat edilen Şam-Medine arasındaki mesafe, Hicaz demiryoluyla artık dört güne, yelkenli gemilerle 30-40 gün arasında alınabilen Süveyş –Cidde arası da buharlı gemilerle üç güne inmişti. İki dünya savaşı arasına gelindiğinde ise eski hac kervanları yerlerini çoktan motorlu araçlara bırakmışlardı.
Haccı yakından ilgilendiren bu gelişmelere paralel bir gelişme de II. Dünya Savaşı sonrası petrol gelirlerinin hac hizmetleri dışında bir ekonomik kaynağı olmayan Suudi Arabistan’ı bir anda dünyanın en zengin ülkeler sınıfına sokmasıydı. Petrol gelirlerinden doğan fazlalık doğal olarak Mekke, Medine ve onların iki Haremi, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebî’nin imarları da dâhil, ülkenin gelişip büyümesine yatırıldı. Eş zamanlı olarak Libya, Irak, İran, Cezayir ve Körfez ülkeleri gibi milli gelirlerinde petrole dayalı artışlar yaşayan bazı diğer İslâm ülkeleri vatandaşlarının da hac yapabilme imkânları arttı.
Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak 1950’lerden itibaren yaşanan hacı sayısındaki artışa Suudi Arabistan 'Hâdimü’l-Haremeyn-i Şerifeyn’* olarak kayıtsız kalamazdı. 1950’lerin başından itibaren Haremeyn içinde ve çevresinde peyderpey alan oluşturma ve genişletme çalışmalarına başlandı. İlk olarak Mescid-i Haram’da artan hacı sayısına tavaf alanı açmak için önce mezhep makamları sonra minber ve Beni Şeybe kapısı kaldırıldı. Zemzem binası da kaldırılarak kuyu tavaf alanının altına alındı. Makam-ı İbrahim binası kaldırılıp yerine çok daha küçük, altınla kaplı cam bir kubbe kondu. Çevresindeki binalar yıkılarak Mescid-i Haram genişletildi. Say’ alanı, üzeri kapatılarak iki katlı hâle getirilip Mescid-i Haram’a dâhil edildi. Aynı şekilde Medine’de de Mescid-i Nebî’nin Sultan Abdülmecit dönemi onarım ve genişletilmesinden kalan yapının ufak bir bölümü korunarak etrafına doğru genişletmeler yapıldı. (Önsözden)
Mümkün olduğunca çok Müslüman’a hac yapabilme fırsatı sağlamak gibi mübarek bir amaç gütse de, genelde batılı teknoloji, tavır ve tavsiyelerle yapılan bu değişikliklerin var olan tarihî, kültürel doku ve karakteri modernleşmeye kurban ettiği çok açıktır. O yıllarda başlayan bu gelişme rüzgârıyla günümüze gelindiğinde, mübarek mekânlar ve tarih arasındaki ilişkinin artık tamamen yok olduğunu görmekteyiz.